Cumhuriyet dönemindeki sanayi atılımların temel taşlarından biri sayılabilecek Kamu İktisadi Teşebbüsleri, 1923–1929 yılları arası dönemde savaş yaralarını sarmakla uğraşan Türkiye Cumhuriyeti’nin 1929’daki Dünya Ekonomik Buhranı’ndan rahatça sıyrılmasını ve belini doğrultarak bu krizden çıkmasını sağlayan devletçilik ilkesi esasına göre kurulmuş olan bir işletmeler bütünüdür.
1930 sonrası dönemde bu amaçla kurulan işletmeler, ekonomik olarak güçlü bir kapitale sahip olmayan bir devlette güçlü sermayedarların yaratılmasını amaçlarken öncü kapitalin birikimini bizzat devletin girişimiyle karşılamayı hedefleyen ve bu hedefi gerçekleştirdiğinde öncü olduğu girişimleri özel müteşebbislere bırakarak ekonomik sistem üzerinde görünen bir el olarak varlığını sürdürmeyi planlayan bir sistemin (devletçilik ilkesi) ürünüdür.
Ancak; bu işletmeler günümüz rekabet koşullarına ve verimlilik standartlarına ayak uydurmakta artık çok büyük zorluklar çekmektedirler. 1980 sonrasında özel müteşebbislerin artışı ve rekabet ortamının acımasızca kızışması sonrasında işini yapmayanın ekmek bulamadığı bir ekonomik sistemde yalnız bırakılan ve organizasyonel yapısı bilerek ve istenilerek zayıflatılan Kamu İktisadi Teşebbüsleri, (KİT) maalesef ama maalesef bu şartlar altında yaşatılması devlete ve millete zarardan başka getiri sağlamayan bir teşebbüs halini almıştır. Günümüz ekonomik şartlarında, endüstriyel vizyonunda ve bürokratik ilişkiler yumağında devletçilik ilkesinin hedefinden saptırılması ve var olan KİT’lerin savunuculuğunun yapılması; Türkiye Cumhuriyeti’nin, devletçilik ilkesinin temel mantığı olan kapitalist ekonomiye eklemlenme özlemini gerçekleştirmesine rağmen ısrarla sürdürülmeye çalışılan bir inattan ibarettir.
Bu inadın günümüzde kalan örneklerinden biri, Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi(TŞFAŞ)’dir. Osmanlı İmparatorluğu zamanında küçük teşebbüslerle kurulan ancak; gerçek anlamdaki kurumsallaşma sürecine Cumhuriyet yıllarında devlet desteğiyle adım atan Şeker Fabrikaları, gerek Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde gerekse çok partili dönemde devletin önem verdiği kuruluşlardan biri olmuştur(1). Nüfus artışıyla değişen talebe bağlı olarak sayıları yıldan yıla artan Şeker Fabrikaları, 20. yüzyılda bir üçüncü dünya ülkesinde ulusal kapitalist sanayileşmenin sadece imkânlarına değil sınırlarına da ışık tutan bir deneme(2) olan devletçilik ilkesinin hedefinden saptırılmasıyla devlet elinde tekelleşerek günümüz ekonomisinin kronik bir vakası haline gelmiştir.
Bu durum sadece devlet desteğiyle şeker üretiminin tekelleşmesiyle kalmamış, 1960lar sonrasında, Şeker Fabrikalarının makine teçhizatının bakım ve onarımı gibi masumane bir niyetle 1933’te kurulan atölyelerin; dönemin şartları ve politikaları gereği (artan siparişler, üretim yapacak başka alternatiflerin olmaması ve tüm makinaları kendi mühendis ve işçileriyle kendi fabrikasında üretme iddiası(1) şeker fabrikasına entegre edilmiş makina fabrikalarına dönüşmesiyle devam etmiştir.
Şeker Makina Fabrikaları olarak adı geçen entegre tesisler, Şeker Fabrikası’nın makina ihtiyaçlarının tamamına yakınını karşılamakla birlikte, sipariş üzerine üretim yapan sanayi kuruluşlarının az olduğu, alternatifinin bulunmadığı ve ithalatın yapılamadığı dönemlerde, Türkiye’deki pek çok işletmenin makina teçhizatının sağlanmasında da başrol oynamıştır. O dönemki şartlarda bu durumun daha karlı olması, işi şeker imal etmek olan fabrikanın ilgisi olmayan alanlara (makina ve teçhizat imalatı) yönelerek kontrol edilemez şekilde büyümesine ve kaynak ayırmasına yol açmıştır. Peki, günümüz koşullarında entegre tesis yapılarını sürdürerek Şeker Fabrikalarının makina ve teçhizat ihtiyacını halen bu şekilde karşılamak ve bunun çok başarılı bir uygulama olduğunu iddia etmek ne kadar mantıklıdır?
“Bunda ne problem var? Sonuç olarak fabrika çalışıyor ve üretim yapıyorsa bu sistemde bir sorun yok!” diyor olabilirsiniz. Hatta bunun çok verimli olduğunu ve her şeyin gözünüzün önünde imal edilip makinaların konveyör bandından dişli kutusuna çivisinden cıvatasına kadar sizin mamulünüz olmasında ne gibi bir sakınca olacağını düşünmüyor da olabilirsiniz? Daha da kötüsü tüm ürünlerin (metal kütükler ve kauçuk dahil) hammadde olarak gelip son ürün olarak böyle bir entegre tesisten çıkmasının en iyi (!) üretim yöntemi olduğunu bile iddia edebilirsiniz. Ve en beteri tüm sistemin ne olursa olsun Atatürk ilkesi doğrultusunda kurulan bir yapı olduğunu ve bu yüzden devletçiliğe(!) göre bu sistemin savunuculuğunu yapmamız gerektiğini de saçmalayabilirsiniz. E tabi bunları söylemek devleti ne kadar gözetmek ve gerçek anlamda bu ilkeleri ne kadar benimsemek oluyorsa!
Maalesef ki bu söylemlerin birkaçının üst düzey yöneticiler dâhil birçok çalışanın bizzat ağzından çıkmış olması Türkiye’nin sanayileşme sürecinde ne kadar geniş(!) bir vizyona sahip olduğunun apaçık bir göstergesi. Bu sistemin savunuculuğu yapılırken geçtiğimiz yıllarda ziyaret ettiğim Eskişehir Şeker Fabrikası’nda on beş yıldır ambarda bekleyen parçalardan, hurdaları satın alacak kimse bulunamadığından ve bu hurdaların (bir adet Jeep dahil) fabrikanın bahçesinde gömülü olduğundan, eskiden 1200’ün üstünde çalışan varken şu an 250 çalışan ile fabrikanın atıl kapasiteyle çalıştırıldığından ve son olarak da TŞFAŞ’nin 2011’deki net zararının 134.883.257,00 TL(1) olduğundan bahsedilmesi de tamamen bir tesadüf olmalı ancak(!) Çünkü bunların entegre tesis yapısıyla ve günümüz ekonomik şartlarına ayak uyduramamayla hiçbir ilgisi yok(!)
Söylenenler bir binanın bırakın kabasını yapmayı temelini atmak için bir müteahhidin birer adet çimento ve demir çelik fabrikası, bir adet kum ocağı bir adet hafriyat şirketine sahip olması gerektiğini savunmak kadar aptalca! Ya da bir tekstil fabrikasının kendi keçilerini yetiştirip tiftikten kumaş imal ederken bunun yanında da kırmızı et ürünleri pazarlamasının yararlı olacağını söylemek kadar aymazca!
Dünya sahnesinde figüranlık da olsa rol almayı hedefleyen işletmeler sürekli gelişim yapmak için kendini zorlayıp, stoklarını azaltmayı düşünürlerken ve bunların yanında kaynaklarını etkili bir şekilde kullanıp outsourcing yaparak kendi konularında uzmanlaşmaya çalışırken bizim halen bu tür işletmelerin savunuculuğunu yapmamız ve tarihteki örneklerden halen ders almamamız endişe edilecek bir durumdur.
KİT’ler kesinlikle bu sebeplerden dolayı çöpe atılacak ve muhakkak özelleştirilmesi gereken sistemler değillerdir. KİT’ler, organizasyonel yapısındaki aksaklıklardan, günümüz global ekonomisine adaptasyonda yaşanan problemlerden ve üstünde kara bir bulut şeklinde dolaşan bürokratik ağ karmaşası yüzünden bu hale getirilmiş ve bilerek zayıflatılmış millî teşebbüslerdir. Endüstriyel ve organizasyonel yayılımın bürokratik ağ karmaşası ile boğulması yüzünden misyona odaklanmada ve kaynakları yönetmede problem yaşamak kaçınılmazdır!
Devletçilik ilkesi, yeniden, etraflıca ve özüne uygun bir şekilde irdelenmesi gereken, geçmiş (devletçiliği kendi çizgisinden çıkarmaya çalışan) ideolojilere alet edilemeyecek derecede ciddi ve bize özgü bir konudur. Mühendislik vizyonunun gelişimi ve değişimi de geleneksel yönetim anlayışının tasfiyesi ve var olan eğitim sisteminin revize edilmesi ile mümkündür. İdeal olanı savunmak, elbette en doğru olanı elde etmek için sergilenecek en olumlu davranıştır; ancak ideale gidecek yolda çekilecek sıkıntılar ve gösterilecek özveriler de aynı ölçüde ortadadır.
Kronik hale gelmiş olan bu KİTlesel saplantının, KİTlesel dönüşümün temellerini oluşturması dileğiyle…
1 http://www.turkseker.gov.tr/
2 Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, s.67, 2006